30 Eylül 2008 Salı

MAVİ MELEKLİ GECELİK

Gün konmuştu yakasına, kucağında melek ışıkların belki de milyonlarcasınla, o sert ve bozlaşmış kıl demetleri arasında gizlenen yanağını okşayarak usulca, birkaç parça kuş cıvıltısı, ağaç dalı fısıltısı, denizin isyankâr ergenlerinin gündüze lakırdısı eşliğinde.
O ise, kendisini çağıran monoton masumiyeti, kapalı deniz gözleriyle görmezden gelmekte ısrarlı gibiydi, toz tutmaktan bezgin uzun ve kıvrık kirpikleri kırpışırken ufaktan, beyaz bulutlarını sırtına atmış da gelmiş aydınlığa oyun oynayan lider ruhundan mahrum bir çocuk gibiydi.
Hayat da zaten bir oyundan ibaret değil miydi?

Gün değil, insan doğmasını bekliyordu sokaklara. Önündeki küçük mavi su kovasında halen bozukluk sesi işitmemiş, zaten yorulmuş; yoruldukça aklaşmış olan kalbi hafif bir korkuyla bezenmişti, o; kendine bile hissettirmekten kaçarken üstelik. Üç gündür aynı ekmeği yediğini unutmuştu çoktan belki, ama yüz altmış dört gün önce, gözleriyle gözlerinin aynı derinliğe doğru yuvarlandığı saniyelik büyünün sahibi olan kadının, ona hafif bir tebessümle uzatmış olduğu kâğıt parayı, bir türlü harcayamamıştı. Tek bir yadigârı vardı, bedenine ağır gelen ruhunu, düşünmeden uğruna sonsuzluğa salabileceği nefesten geriye.

Sevdiği kadın, kendisini senelerdir aldattığı, aldattığı gibi de aldatıldığı, yağmurla sevişmeyi kendisine tercih eden toprağı terk edip, yanına gelmişti nihayet, o menekşe gözler de bunun en hayali kanıtlarıydı.

Gözlerinin etrafında birkaç kırışıklık mı vardı sanki? Bana derdi hep: ‘beni kırışınca da sev olur mu? Gözlerin terk etmesin beni, ellerimi ellerinden önce bırakmasın.’'
Ben seni hiç terk etmedim sevgilim, hiç terk etmedim. Sevmekten vazgeçmedim.Bul beni dedim, buldun. Bulduğun gibi de bıraktın ellerimi, bana bırakma derken…'
Diye geçirdi içinden, gözleri kapalı, şehrinden de denizinden de saklar gibi kadınını.Saklamalıydı da, güvenmiyordu ne hayata ne de geçip gitmekle görevli lakin görevini kötüye kullanan zamana…
Zaman ki; ne çabuk geçiyordu, her günü yalnızca yirmi dört geçmesi zorunlu saatten oluşan insanlar için… Ama tek suçlu insanlar değildi.Gözlerinden dünyaya çarpmak için pusuda beklemekte olan ışıklarını, zapt etmekle görevlendirdiği göz kapakları onu yarı yolda bırakacak gibi görünüyordu. Bir daha o masumiyet kokan, menekşe rengi gözleri, kadife gibi parlayan teniyle, masallara konu olabilecek o kadını nasılsa göremeyecekti. Karamsarlığı yine iş başındaydı, tam başucunda…

Cümleleri kısa tutmazdı içini soranlara aslında, hakkını vermiyormuş gibi gelirdi herkeslerden farklı olan umutlarını dökerken kelimelerine, giydirirken hissettiklerini…Birden aklına, karamsarlığın da o inkâr edilemez oyunu ile geçmişi geliverdi.
Gitarının kılıfını kullanırdı eskiden, o mavi tası yerine, sonra araya bir gece, birkaç tüyü yeni terlemiş ergen ve bir genç kız girivermiş, para kazanma yolunu dar etmişlerdi o zamanlar, deniz gözlerine çaktığı kara kaşlarının efendisi, alnına düşen tutam tutam kömür parlayan saçlarını savururken, kendi savrulmuştu bir sonbahar yaprağı misali, o genç kızı kurtarabilmek için yabani yeni yetme eşkıyalardan…

Öğretiyordu hayat, görevini takdirle yerine getiriyordu, su götürmez bir gerçekti bu evet.

Hayatın tırnaklarını çıkarması için, büyümek şart değildi üstelik.

Yalandı aslında tüm masallar…



Öğrenecekti er geç...

3 yorum:

Adsız dedi ki...

tüm yazıların çok güzel olmuş yüreğine sağlık.

hayatın kahpe yüzünü gözler önüne sermişsin teşekkürler

Adsız dedi ki...

siten hayırlı ugurlu olsun. yazar olmanın en büyük adımını atmışsın ve bizlerle paylaşıosun yazılarını,yazılarında gerçeklerle hayaller birleşince cok güzel eserler ortaya koymuşsun tebrik ederim.zafer

transkripsion dedi ki...

iki yazı da güzel...

şahsi kanaatim çağımızın kemalettin tuğcu'su tavında eserler...

ancak, güzel ve iç burkucular..

şiirler hkkında konuşmam çünkü, yazamadıklarım hakkında söz sahibi olmayı sevmem..

yazılar hoş, tebrikler, kolay gelsin...

saygılar...